Merhaba,
Bu ay biraz “daralan sivil alan” olgusundan ve İlkeli Temsil’in bu olumsuz atmosferde neler yapabileceğinden bahsedelim.
“Daralan sivil alan” yeni bir kavram değil. Sivil toplum 80’lerin sonu ve 90’ların başında, özellikle Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından Batı’nın Doğu’ya “nüfuz etme” enstrümanlarından biri, hatta en önemlisi oldu. Ancak doğudaki yeni rejimler / iktidarlar, güçten zehirlenip parayla kirlendikçe sözde demokrasilerin yerini bariz otokrasiler aldı. Yeni düzende “eski dost” sivil toplum da artık tehlikeli bir aktöre dönüşmüştü; “taraf” olmazsa “bertaraf” olacaktı. Uluslararası birçok kuruluş Rusya, Macaristan gibi ülkelerdeki faaliyetlerini küçültmek hatta durdurmak zorunda kaldı. Yerel / ulusal STK’lar da artık daha dikkatli olmak zorundaydılar.
Türkiye’de yaşayan / çalışan insanlar olarak bir süredir “daralan sivil alandan” çok daha fazlasını, adeta bir “daralan her alan” olgusunu bizzat tecrübe ettiğimizi söyleyebiliriz. Peki böyle bir atmosferde “demokrasinin kilit taşı” olan Üçüncü Sektörün aktörleri, yani STK’lar genellikle ne yapıyorlar?
Bu kısa yazıda konuya İlkeli Temsil / Carver Metodolojisi açısından ve iki boyutta bakmak istiyorum.
- Yönetim Kurulu / Tesir İddiası
- CEO / Yöneticinin Kısıtları
Amacı -yani Tesir İddiası- “sivil toplumu güçlendirmek” olan bir STK düşünelim. Gittikç otoriterleşen bir rejimde bu kurumun da işi gittikçe zorlaşacaktır. Seçilecek yollardan birisi -çoğu kurumun da tercih ettiği gibi- “mış gibi” yapmaktır: Faaliyetlere devam ediyormuş gibi yapmak, iktidarın, devletin tepkisini çekecek etkinliklerden, araştırmalardan, açıklamalardan uzak durmak, “fırtınalı sularda gemiyi sahile ulaştırmak”… Ama hangi sahile? Ve ne pahasına?…
Kişisel deneyimlerime dayanarak yukarıda tarif ettiğim türden bir açmazla karşı karşıya kalan kurumların ister istemez “zayıfladıklarını” söyleyebilirim: Moralsiz bir yönetim kurulu, inancını / şevkini yitirmiş bir profesyonel kadro, ümitsiz destekçiler… Diğer yandan durumu bütün gerçekliğiyle / ağırlığıyla kabul etmenin ve radikal (kapatma, küçülme, faaliyetleri dondurma, bütün bunları bir manifestoyla açıklama) eylemlerde bulunmanın da çok güç olduğunu söylemeliyim. Her şeye rağmen, bu tür bir atmosferde ayakta durmaya çalışan STK’ların, en azından tarihe bir not düşmek için, “içinde bulunduğumuz ahval ve şeraiti dikkate alarak Tesir İddiamızı bir süreliğine donduruyor, bu süre zarfında da faaliyetlerimizi şu şekilde daraltıyoruz” diyebileceklerini düşünüyorum.
Peki Yönetim Kurulu’nun “mış gibi” yaptığı bir duruma CEO ve Yöneticinin Kısıtları açısından bakarak ne söyleyebiliriz? Dikkati -ve hafızası- olağanüstü olan okur Carver’ın “jenerik” kurallarından birisi olan aşağıdaki kuralı hatırlayacaktır:
CEO, Yönetim Kurulu’nun İlkeli Temsil Süreci ve Yetkilendirme başlıkları çerçevesinde belirlediği kurallara uygun davranmadığını düşündüğünde konuyu gündeme getirmemezlik edemez.
Yönetim Kurulu’nun “mış gibi” yapmasının birçok açıdan İlkeli Temsil Süreci’ne aykırı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Öyleyse -ve İlkeli Temsil kurallarınız arasında da yukarıdakine benzer bir kural varsa, ki olmalı- Profesyonel tepe Yöneticiniz de konuyu gündeme getirmekle ve sizi tartıştırmak / sizinle tartışmakla yükümlüdür.
Geçtiğimiz Mart ayındaki yazımda Yale Üniversitesi’nden tarihçi Timothy Snyder’in “Tiranlık Üzerine” kitabından bahsetmiş ve yazarın “20. Yüzyıldan 20 Ders”ini başlıklar halinde aktarmıştım. Birinci ders “Peşinen boyun eğmeyin!” diyordu. Söylemesi kolay, yapması zor! Metodolojiler ne derse desin, yönetim kurullarının baskıya, CEO’ların da yönetim kurullarına boyun eğdiği durumların aksi durumlardan çok ama çok daha fazla olduğunu hepimiz biliyoruz. Maalesef…
Eylül ayında görüşmek üzere…