Skip to main content

Eylül 2025

Yazar: 20 Eylül 2025AYDABİR

Merhaba,

Geçtiğimiz Mayıs ayındaki yazımda Philea’nın (Philanthropy Association Europe) yürüttüğü bir yönetişim projesine katkı yapmaya davet edildiğimi anlatmış ve ilgili ekiple yaptığımı ilk görüşme öncesinde yolladıkları “Sizce iyi yönetişimin temel değerleri nedir?” sorusunu tek bir kavramla, “saygı” diyerek yanıtladığımı belirtmiştim.

O yazıda da belirttiğim gibi, iyi yönetişim ya da kusursuz “İlkeli Temsil” yönetim kurullarının üç muhataba / alana saygı göstermesiyle sağlanabilirdi:

  1. Söz Sahiplerine
  2. Kuruma (tarihine, geleneklerine, çalışanlarına)
  3. Bilgiye

Geçtiğimiz hafta Brüksel’de, bahsettiğim projenin ilk yüz yüze toplantısını yaptık. Philea ekibi toplantıya çok iyi hazırlanmıştı ve altı kişiden oluşan “uzman grubumuz” da konuyu hararetli bir şekilde tartışmaktan büyük keyif aldı.

Brüksel’de de -ve sık sık bu platformda da- vurguladığım gibi yönetim kurullarının bu görevi üstlendikten sonra “Söz Sahipleri” ile zaman geçirmek, konuşmak, dinlemek konusunda nasıl bu kadar duyarsız olabildiklerini anlamakta zorlanıyorum. Asli vazifesi kurumun gerçek sahipleri ile kurumun kendisi / profesyonel kadro arasında çok önemli bir halka görevi görmek olan bu organın “yukarıya” değil yalnızca “aşağıya” bakması bence hemen her zaman ciddi bir yönetişim -dolayısıyla yönetim- zafiyeti yaratıyor.

Yönetim kurullarının hizmet ettikleri kurumun tarihine, geleneklerine ve çalışanlarına saygı konusunda da karneleri iyi değil. Brüksel toplantısında aramızdaki en kıdemli iki kişiden birisi olan İngiliz dostumuz yıllar önce yönetim kurulu üyesi olarak çalıştığı bir kurumda profesyonel yönetici olmayı kabul ettikten sonra “arkadaşlarının” kendisine karşı tavrının nasıl değiştiğini ve bunu anlamakta çok zorlandığını anlatırken hâlâ o günleri hatırlıyor gibiydi.

Carver’ın 10 İlkesi arasında yer alan “tek vücut” ilkesini hatırlayalım:

“Yönetim (daha doğrusu “Temsilciler”) Kurulu kendisiyle, üyeleriyle,komiteleriyle veya Yönetimle ilgili tüm kararlarını bir grup olarak alır. Başka bir deyişle Yönetim Kurulu’nun yetkisi bireysel yetkilerin toplamından oluşan bir güç değil, bir grup yetkisidir”.

Bu ilkenin işaret ettiği “ideale” kolay kolay kimse itiraz edemese de gerçek hayatta yönetim kurulu üyelerinin ezici çoğunluğunun kendilerini -grup olarak değil, birey olarak- profesyonel çalışanların tümünün, doğal olarak CEO’nun da “amiri” olarak gördüklerini sanırım hepimiz biliyoruz. Maalesef sivil topluma derinlemesine nüfuz etmiş olan bu kötü alışkanlığın kolay kolay değişmeyeceğini düşünüyorum.

“Bilgiye saygı” konusunu da lütfen hafife almayalım… Kendi “işi” konusunda değil eğitim almayı bir şeyler okumayı dahi angarya gören, bunun sonucunda da geçmiş tecrübelerini doğru ya da yanlış olduğunu bilmeden / bilemeden her kuruma uygulamaya çalışan yönetim kurulu üyeleri maalesef istisna değil, norm. “Policy Governance” gibi metedolojiler yönetim kurulunun kendine yatırım yapmasını kurala -ve denetime- bağlayarak “bilgiye saygı” konusunda öne çıksalar da bir “endüstri standardı” yarattıklarını söylememiz çok zor.

Bu konunun hak ettiği öneme sahip olmasının önünde birçok engel var. Bence bu engellerin başında “liderlik” geliyor. Günümüzde “yönetişim” alanında rüştünü ispat etmiş ve bölgesel ya da küresel olarak “fikir lideri” konumuna yükselmiş kurum / kişi sayısı çok az. Aklıma 1970’lerde, 80’lerde ve 90’larda kendi alanlarını derinden etkilemiş, Drucker, Kotler, Porter gibi “gurular” geliyor. Evet, “zamanın ruhu” derinleşerek yaygınlaşmayı neredeyse imkânsız kılmış durumda. Yine de bugün “sivil toplumda yönetişim” dediğimizde aklımıza hemen üzerinde mutabık kalacağımız bir ya da birkaç kişi / kurum gelmemesi bence önemli bir eksikliğe işaret ediyor.

Avrupa’da Philea bu konuda bir şeyler “pişirmeye” çalışıyor. Belki önümüzdeki günlerde memlekette de bir şeyler olur, kim bilir?

Ekim ayında görüşmek üzere…