Merhaba,
Bu ay çetrefilli bir “söz sahipliği” konusundan bahsedeceğim: “Şemsiye kuruluşlarda temsiliyet”.
“Şemsiye kuruluş” tanımı bazı okurlar için yeni olabilir; aynı alanda / sektörde faaliyet gösteren kurumları çatısı altında toplayan yapıları genellikle bu şekilde adlandırıyoruz. En tipik / yaygın örnekler olarak federasyonları gösterebiliriz.
26 Mart 2025 tarihinde dört yıldır sürdürdüğüm TÜSEV (Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı) Başkanlığından istifa ettim. Göreve başlarken yalnızca bir dönem başkanlık yapacağımı açıklamıştım ve olağan devir teslim de geçtiğimiz Mayıs ayında gerçekleşecekti. Bu nedenle kararım bazıları için sürpriz oldu. Beni yakından tanıyan çoğu kişi ise bu duruma hiç şaşırmadı.
İstifa nedenim TÜSEV Temsilciler Kurulu’nun (sadık okurlar ve sektörden arkadaşların bildiği gibi TÜSEV’de İlkeli Temsil metodolojisinin uygulamaya başladığımızda “yönetim kurulu” tanımını da değiştirmiştik) Türkiye tarihine “19 Mart Olayları” olarak geçecek, görünüşte yalnızca Ekrem İmamoğlu ve İBB’deki yakın çalışma arkadaşlarını hedef alan ancak aslında tüm sivil toplum için de bir alarm zili niteliği taşıyan gözaltı ve tutuklama süreçlerine karşı bir tepki vermeme yönünde -ezici bir oy çokluğuyla- görüş bildirmesiydi.
Peki bu durumun “söz sahipliği” ile ne ilgisi var? Açıklayayım:
Çoğu şemsiye kuruluşta olduğu gibi TÜSEV’de de yönetim organına seçilen kurumlar genellikle profesyonel tepe yöneticileriyle temsil ediyorlar. Bu durumun pek az istisnası olduğunu hatırlıyorum. TÜSEV üyeleri Türkiye’nin önemli vakıflarından oluştuğu için Temsilciler Kurulunda da genellikle bu vakıfların Genel Müdürleri görev yapıyor. Bu ülkemize mahsus bir durum değil, eski adı European Foundation Center (EFC) olan ve Avrupa’daki vakıfları çatısı altında toplayan Philea’da da durum aşağı yukarı aynı.
Bu tür bir temsiliyet şemsiye kuruma hem güç hem de önemli bir “meşruiyet” sağlasa da yerleşik düzenle / hükümetle / kamuoyuyla ters düşülmesini gerektirecek durumlarda bir tür “otosansür” mekanizmasını devreye sokabiliyor.
TÜSEV Temsilciler Kurulu’nun “yayımlamayalım” yönünde oy kullandığı duyuru taslağını sizinle paylaşmak istiyorum:
Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı (TÜSEV) olarak, demokratik toplum düzeninin ve sivil toplumun temel yapı taşları olan hukukun üstünlüğü, ifade ve örgütlenme özgürlüğü ile serbest seçim ilkelerinin korunmasını ve bu ilkelerin tüm kurumsal süreçlerde gözetilmesini savunmaktayız.
19 Mart 2025 tarihinden itibaren çok sayıda kişi hakkında yürütülen adli süreçleri, ardından barışçıl toplanma özgürlüğü hakkını kullanmak isteyen yurttaşlara yönelik müdahaleleri kaygıyla takip ediyoruz. Tüm kurum ve aktörlerin, anayasal düzen ve uluslararası insan hakları sözleşmeleri doğrultusunda hareket etmesinin, toplumsal barışın ve hukuki güvenliğin tesisi açısından öncelikli olduğunu hatırlatmak isteriz.
Temel hak ve özgürlüklerin korunması ve demokratik değerlerin güçlendirilmesi, katılımcı bir sivil alanın ve bağımsız sivil toplumun vazgeçilmez unsurlarıdır.
Çalışmalarımızı bu doğrultuda sürdüreceğimizi kamuoyunun bilgisine saygıyla sunarız.
TÜSEV profesyonel kadrosunun, benim ve çok az sayıdaki Temsilciler Kurulu üyesinin görüşü bu duyurunun yayımlamasının bizim için -veya üye kurumlar için- minimum risk taşıdığı yönündeydi. Aslında, Türkiye’de değil, başka bir ülkede yaşasak, bu neredeyse “suya sabuna dokunmayan” ifadelerin “sıfır risk” taşıdığını da söyleyebilirdik ama memleketin hâli malum… Peki üyeler neden bizimle aynı görüşte olmadılar, olamadılar?
Sanırım bunun nedeni kriz zamanlarında “sahiplik” kavramının da daha kompleks bir şekle bürünmesi ve kararların farklı saiklerle alınması: Bu kurumun başına bir şey gelir mi? Benim asıl kurumumun başına bir şey gelir mi? Bu yüzden kendi yöneticimden / patronumdan bir laf işitir miyim?
Basite indirgeyerek tarif ettiğim bu boyutların herhangi birinde ciddi bir sıkıntı olasılığı çok düşük olsa da insanın hepsini birlikte algılaması -ve çoğunlukla da son boyutun, kişisel zarar kaygısının ağır basması- neticesinde en risksiz seçeneğin (susmak!) tercih edilmesine belki de şaşırmamalıyız.
2022 yılında Türkiye’nin önde gelen vakıflarının yöneticilerine bir çağrı yapmış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılını “Daha Cömert, Daha Cesur” bir şekilde kutlayacak bir strateji önermiştim. O zamanki sessizlik gelecekteki daha büyük sessizliklerin habercisiymiş meğer…
Temmuz ayında görüşmek üzere…