Skip to main content

Kasım 2021

Yazar: 1 Kasım 2021Kasım 18th, 2021AYDABİR

Merhaba.

Carver metodolojisi ile muhabbetimi başından itibaren izleyen dostlarım AYDABİR’in ikinci yazısının “Söz Sahipliği”[1] konusuna ayrılmasına şaşırmayacaklardır.

Hem kitaplarımda hem de bu konudaki sunum ve sohbetlerimde sıkça belirttiğim gibi “Policy Governance” metodolojisinin can damarı “sahiplik”, daha doğrusu “söz sahipliği” kavramına yaptığı vurgu. John Carver’ın yönetim kurullarına verdiği en önemli vazife bu: Kurumunuza gerçek sahipleri adına sahip çıkın! Ve dikkat edin: Kurumunuzun “yasal” sahipleri olduğu gibi, “asal” sahipleri de olabilir.[2]

STK evrenimizi basite indirgeyip “vakıflar” ve “dernekler” ile sınırlarsak “yasal sahiplerin”, daha doğrusu “yasal söz sahiplerinin” kimler olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz: Mütevelliler ve Üyeler…

Çoğu dernekte üyelerin hem “sahip” hem de “müşteri” konumunda bulunmaları zaten karmaşık olan yönetişim konusunu daha da içinden çıkılmaz bir hale getiriyor; bu nedenle “üyelik” tartışmalarını başka bir AYDABİR’e bırakıyorum. Bu ay odağımızda mütevelliler var…

“Az mı Gittik, Uz mu Gittik” kitabımda ülkemizdeki birkaç büyük -ve önemli- vakfın mütevelli sayısı ve bu mütevellilerin toplantılara katılım ve kuruma bağış yapma konularındaki performansını kısaca özetlemiştim. Aynı bölümde aslında vakıf kurmak için bir mütevelli heyetine -yasal olarak- gerek olmadığını da belirtmiştim.

Peki yasal olmayan bu zorunluluk nasıl adeta bir “endüstri standardı” haline gelmiş olabilir? Bu sorunun tek bir cevabı olduğunu sanmıyorum. Yine de Vehbi Koç’un “yeni vakıfların atası” diyebileceğim Türk Eğitim Vakfı’nı (TEV) kurarken birçok hayırsever iş insanını katkıya / mütevelliliğe davet etmesinin önemli bir neden olduğunu düşünüyorum. TEV’in kuruluşundan on üç yıl sonra, 12 Eylül darbesiyle sivil toplumun da darbe alması ve özellikle dernekler üzerinde oluşan olumsuz yargının da aslında dernek olacak birçok inisiyatifin vakıf olarak kurulmasına yol açtığını biliyoruz. Gerçek hayatta pek de karşılığı olmayan “ne kadar çok mütevelli, o kadar çok destek” düsturu ilginç bir şekilde hâlâ cazibesini sürdürüyor gibi… Bunun doğal bir sonucu olarak ülkemizdeki vakıfların büyük bölümünde “seyreltilmiş” bir sahiplik hissiyatı görüyoruz; en azından ben görüyorum…

Bu “seyreltilmiş sahiplik” konusunu biraz açayım: Vakıflar genellikle öncü / çekirdek bir grup tarafından tasarlanıyor. Sonrasında, yukarıda da belirttiğim gibi, destek tabanını genişletmek düşüncesiyle uzun bir mütevelli listesi hazırlanıyor. Sevdiğiniz / güvendiğiniz bir yakınınızın “Vakıf kuruyoruz, mütevelli olur musun?” sorusuna “Hayır” demek nedense pek kolay olmuyor. Kurumların ilk yıllarında heyecan genellikle yüksek oluyor; mütevelli heyet toplantılarına katılım da öyle… Yıllar geçtikçe -ve toplantılarda el kaldırıp bütçeyi ya da mütevellilere pek de danışılmadan hazırlanan yeni yönetim kurulunu onaylamak dışında bir “katkı” sağlanamadıkça- katılım sayısı hızla düşüyor. O kadar ki, benim de mütevellisi olduğum koca koca birçok vakıf toplantılarda çoğunluğu sağlamak için insanların ya da -eğer resmi senetleri cevaz veriyorsa- vekaletnamelerin peşinde koşmak zorunda kalıyor.

Bu sıkıntıyı aşmak için genellikle uygulanan yaratıcı (!) yöntem “yeni” mütevelliler seçmek! Tahmin edeceğiniz -ve çoğunuzun da muhtemelen şahsen gözlemlediği gibi- bu çözüm de maalesef bir işe yaramıyor.

Peki çare var mı? Yukarıda da belirttim, yeni bir vakıf kuruyorsanız bu organı baştan hayatınıza sokmayın. Mütevelli heyetiniz varsa ve resmi senediniz izin veriyorsa, üye sayısını artırmayın, hatta azaltın. Ama her şeyden önemlisi mütevellilerinizle sıkıcı toplantılar dışında düzenli, birebir temas kurabileceğiniz fırsatlar yaratın.

Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı’nda (TÜSEV) Temsilciler Kurulu Başkanı olarak her ay birkaç mütevelli ile birebir görüşme yapmaya gayret ediyorum: Bizi nasıl değerlendiriyorlar? Faaliyetler konusunda önerileri var mı? “Tesir İddiamız” onlar için ne kadar açık, ne kadar önemli? Bu görüşmelerin hem benim, hem de görüştüğüm mütevelliler için çok keyifli ve verimli olduğunu söylemeliyim.

Bir vakıfta yönetim kurulu üyesiyseniz zamanınızın çoğunu mütevellilere ayırın, pişman olmayacaksınız.


 

[1] Kitabı (Sayın Başkan, Değersiz Üyeler) okumayanlar için bilgi: Carver metodolojisinde “ownership” olarak tanımlanan kavramı ilk başlarda, düz bir çeviriyle, “sahiplik” olarak kullanıyordum; ta ki sevgili dostum, hocam Oğuz Babüroğlu “Bahsettiğin ‘sahiplik’ değil, ‘söz sahipliği’ olmasın?” uyarısını yapıncaya kadar. Müteşekkirim…

[2] İngilizcesi “legal” ve “moral” olan bu kategorileri Türkçeleştirirken biraz rahat davrandığımı kabul ediyorum.